Confessions de Saint Ezden





Ben Efe Ege Özden. Size kendi iç dünyamdan sesleniyorum.Şu hayatta hayalini ne kurduysam yaşadım ve yaşamaya da devam ediyorum.Hayat dediğimiz benim kendi maceramın her bir anı keyif ve eğlence ile geçmese de; yaşadığım her anının, biriktirdiğim her zaman fotoğrafının albümünü yapıyorum. Sonuç olarak bundan keyif alıyorum.

Yıllar yıllar önce büyük umutlar ve heves ile açtığım bu blogu, maymun iştahlılığım ve çocukça hırslarım ile; kendi iç dünyamın eşsiz renklerine tekabül eden kelimeler, en özgür olduğum alan, yaratıcı bulduğum tek kapitalist disiplin ile süsledim.



Şimdi ise geriye dönüp baktığımda bu küçük kız çocuğunu hiç iyi yetiştiremediğimi fark ediyorum. Olsun. Hatalardan ders çıkarmaya çalışıyorum. En doğrusu çabalıyorum. Yaptığım onca şeyin içerisinde en kıymet verdiğim şey bu... Çünkü bu küçük kız çocuğuna sebebi ne kadar benim için önemli olsa da yıldızımı küstürmüştüm. İlhamımı, aşkımı, iffetimi hatta daha ileriye götürecek olursak değişim sandığım dejenaratif olguyu benliğime sindirmiş, kimliğimi kaybetme aşamasında sonsuz mental kriz sancılarının, nefesi son vermeye yeltendirecek kadar uç noktalara getirmiştim. Ruhumu özgür kılmayı yanlış değerlendirmiştim.

Renkli karakterimin bütün renkleri tek bir palette,hepsi birbirine girmişti.O renklerin hepsi ben idi. Ama paletteki renk ben değildi. Descaret'ın erimiş bal mumu gibiydim. Kendimin kötü ciniydim.



Son dokuz yılda yaşadığım bu metamorfoz artık bir vedanın ve bu vedanın da yeni bir başlangıcın olması gerektiği kanaatini bana vahiy etti. Kafamı çevirip baktığımda sayısız insanın içerisinden kendime binlerce farklı özelliği olan yol arkadaşları edinmiştim. Gözyaşı ve ter ile, gam ve keder ile, neşe ve kahkaha ile yalın ayak yürüdüğüm bu mıcırlı toprak yolun her bir mihenk taşında karşılaştığım bu ulvi kimseler sabah makamının o dinginleştirici ilahi tınısını işittirirken en karanlık gecenin artık aydınlık bir sabahı olduğunun haberini vermekle ödüllendirdiler.

Kocaman bir aile olmuştuk her şeyin sonunda ve gün bittiğinde hep hayalini kurduğum upuzun bir yemek masasına sahiptim artık. Geride bırakıp vazgeçtiğim hayallerim, emellerim ve uğruna ter döktüğüm saatlerim artık benim için sadece tutunabileceğim bir inanç analesinden başka bir özelliği kalmamıştı. Özelliğini yitirmişti, ama önemini asla... Çünkü her gerçekleşen ve gerçekleşecek yeni "an"da, yanına katacağım tonlarca destek kuvvet olacaktı.



Zaman ademoğluna bahşedilmiş en değerli hazineydi; çünkü dünya döndükçe zaman var olacaktı. Kıymetini anlamak zor oldu, olmadı değil. Geç olması ve maalesef  ki güç olması tutsak olan ruhumun ebedi özgürlüğüne saniyeler kala -tanrısal bir çağrışım denemez ama olası bir betimleme yapacak olsam tanrısal derdim- sadece neler ile karşılaşıp, nelere göğüs gerdiğimi hatırlatan bir düşünce, at üstünde cenk eden Moğol askerinin attığı cirit gibi beynime saplanmıştı. Yaşam anın bir bütünleşme sancısıydı. Göz açıp kapadığında; hiç olduğunda, başkası için bir yaşam atılımı olma isteği, vallahi ne yalan söyleyeyim, çok ağır bastı.

Keder olmadan neşenin, hüzün olmadan sevincin ve daha nice karşıt ikiliğin anlamını ne birbirinden ayırabiliyoruz ne de bir diğeri olmadan, yaşamadan, ötekisinin ne olduğunu, ne tür bir önemi olduğunu ya da bizim için ne tür bir değer kaygısı taşıdığını maalesef bilemiyoruz. Bu yüzden yaşıyoruz. Öğrenmek, farkındalığın kaçınılmaz, sorunlu ve zorunlu başlangıç noktası.




Efe; sana teşekkür ederim. Eğer 2011'e geri dönecek olsaydım sana yine burnunun dikine gitmeni, asla bildiğinden şaşmamanı ve her ne yapacaksan onu yapmanı söylerdim. Çünkü ben asla pişman değilim. Beni sen yarattın. İznin olursa şimdi; ben de beni yaratacağım. Tekrardan, sıkılmadan ve asla korkmadan. Çünkü sen hiç korkmamış, hiç geri adım atmamıştın. Tıpkı benim gibi. Değişime kucak açan herkes gibi...

Hiç yorum yok: